Sait Faik Yarışması’ndan …

Ayaklarını sürükleyerek çıkıyordu kasabanın dışına doğru.Hava loş bir sessizlikle sarılmıştı.Her yan karanlığa davet edercesine kollarını açmıştı onun için.Gözlerini yumarak bir an önce buradan ayrılmayı düşledi.
Yıllarını ayırdığı bu şehirden gitmek kolay olmayacaktı onun için.Zorluyordu kendini kaçması gerektiği,burada durmanın ahmaklıktan ibaret olduğunu kavramaya… Yapamıyordu bir türlü hatıralarla dolu bu şehirden kaçmayı, gidip yine böyle ücra bir yerde olduğuna inanmadığı varlığını devam ettirebilirdi.Olmadığını sandığı o varlığını…
Zamanla ne güzel günler yaşamıştı, karanlığı kalbi soldurup içine kötülüğü yayan bu şehirde.Onun için kötülük ak bir deva, herkeste olması gereken bir arzuydu.Kim ona “hayır” demiş ise o buna aldırış etmeden hep gülmeyi bilmiş ; sokakları evi, herkesin dışladığı “toplumun yüz karası” damgasını yemişleri bağrına basıp sevmeyi bilmişti.
Zamanında öğretmen olduğu için ne de güzel karşılardı onu yüzüne bakma lüzumu bile göstermeyen bu insanımsılar.Onun ağzından çıkacak her sözü kendilerine verilmiş bir akıl, çevresi ışıklarla aydınlatılmış ışıl bir yol gibi görürdü.Şimdiyse, gören ya yolunu değiştiriyor ya da dilenci sanarak ona yardım etmeye çalışıyordu.Ettikleri yardım da yardımdan sayılırsa…
Tam 12 yılını geçirdi kaldırımı,yolu,hastanesi bile bulunmayan bu şehirde.O günlerde şehir bile denilmezdi. Köydü burası; yoksulluğun,geriye dönük gelenekselliğin, kızları insan yerine koymayı bırakın evin bir eşyasından farksız değerlendirmeyen, zihni görüşleri yırtılıp çöpe atılmış gibi, katran gibi karaydı.
İlk yıllarında bir idoldü herkes için Ali Hoca. Herkesin tanışmaya can attığı Ali Hoca…
Gerçekte tarih öğretmeniydi. “Geçmişten ders almayan geleceğini yaşayamaz” sloganıyla çıktı sahnesine.Oynadı oyununu, izleyenleri de çıkarttı sahneye ; paylaştı bildiklerini, öğretti onlara gerçekte doğru bilinenin ne denli yanlış olabileceğini…

Peki ne olmuştu da düşmüştü bu hale, merak etmemek elde değil ki! Nedense her iyi yaptığı hayırlı işlerle değil de üzerine düşse belli olmayacak kadar küçük bir leke ile karalanabilinir ki!
Ali Hoca’ya da işte o küçük leke son noktasını koydurttu hayata. Ali Hoca, okuluna gitti her günkü gibi.
Huzuru kalmamıştı uzun zamandır yaşanan acı olaylar yüzünden. Asla belli etmezdi öğrencilerine acısı, göstermezdi kanayan o yaralarını…Yine böyle bir dar gününde aksilikler üzerinde barınmak için sanki onu seçmiş gibi saldırıyordu dört bir taraftan.O da sessizce göğüs germeye çalışıyordu.Gözlerinden akamayan o yaşlar kalbini dağlıyordu, bir fırtınadan aşağı kalır yanı yoktu düşüncelerinin.
Sorsanız gününü nasıl geçirdiğini dahi hatırlamayacak kadar yorgundu.Onu yoran severek yerine getirmeye çalıştığı, her an birini bilgilendirmenin verdiği o ağır zevk değildi.12 yılını geçirdiği bu şehirde bir adı bir de güzelliği ile duyulan yari vardı.Yarim dediği, kollarının arasına alıp sarmaladığı Fisün’u vardı. Dillere destandı onun güzelliği, yaşı Ali Hoca’dan iki yaş ufak otuzuna yeni basan bir bayandır.Eline erkek eli bile değdirmemiş, sevdiğine inandığı birini bulana kadar bekleyeceğine and içmişti.İsteyeni çoktu ee isteyeni çok olunca üzerine atılan iftiralar da az değildi.Bir ara Ali Hoca’yı kullandığını ya da kendine erkekleri oyuncak edip paralarını yediğini söylerdi her mahallenin vazgeçilmezi olmuş, iş bulamayınca el aleme kusur oluşturan o teyzelerimiz…
Fisün her şeye rağmen okulda olmasa da evde okumuş, bir öğretmenliği yurduna yararlı bir doktorluğu ne denli çok istemişti zamanında ama ; o kusur bulan “teyzeleri” okul kızın aklını alır, ihtişam başını döndürür diyerekten almışlardı onu tek hevesinden.İçine kapanık bir gençlik, aileden soğuma, kendini bulma… Geliştirmişti bu süreçte bilgilerini her bulduğunu okumuştu.Ali Hoca ile de tanışında, yaşının ilerlediğini unutup yeni açan bir gelincik gibi serilmişti önüne.Her merak ettiğini soruyor, okula götürdüğü yeğeni bahanesiyle gününün çoğunu Ali Hoca’nın yanında geçiriyordu.Bu gidip gelmeler sıklaşınca Ali Hoca da yalnızlığın bazen paylaşılması gerektiğini düşündükçe zamanlarını daha çok birbirilerine ayırır oldular.Adını koymadılar o saf duyguların.İncitmekten korktular bulmuşken birbirilerini..
Her ne olduysa, kim nazar eylemiş ise Fisün bir gün gitti, ayrıldı bu diyarlardan.Kimsecikleri peşine takmadan, Ali Hocasına bir “elveda” demeden gitti.Soldu o gelinciğin al al yanakları. Ali Hoca duraksadı, sordu Fisün’unu.Gittiği her yerde aradı onu.Bazen bir kitap sayfasında rastladı ona, bazense öğrencilerin arasında geziyordu hayali.Acır oldu kendine, yaşı ilerlemişken saf duygularına aldanıp, bir bahar gelinciğine vurulmuştu.
İçine kapanık bir çocuğa dönmüştü adeta.Sessizleşti. Öğrencilerini eğitip hayata hazırlıyordu ama ; onlara verdiği her bilgiyi atıyordu temelli olarak hafızasından.Okula gitmek bile ona ağır gelmeye, eğitim vermeyi başaramayacağını anladığı bir an müdürün odasında istifasını imzalarken buldu kendisini.
Çaresizce attı kendini dışarıya.Yorgundu düşünceleri.Ağırlaşıyordu yavaş yavaş bedeni… Sokakta geçirdiği üçüncü gecesiydi bu.Baharın bitişine üzülmesi bitmeyecekti.Her yeni gelen bahar bitecekti ve her biten bahar ona “gelinciğini” hatırlatıp acı verecekti.Anılarını tazeleyen bu şehirden gitmeliydi.Kendine ait bir ev edinmişti bu 12 sene içinde. Hali vakti de yerindeydi.İçi boş duran evine, yeni evi edindiği sokaklardan içinde okuma hevesi olan herkesi aldı.Uzun bir süre baktı hepsine.Gücü tükenmeye başladı. Elindekileri nakide çevirdi.Evi satmadı o yavrucaklara sıcak bir yuva bırakabilmek için.Elini eteğini her şeyden çekti.10 gün geçmiş, Ali Hoca unutulmuştu.Sokakları ev edinen yeni bir “Ali” vardı.Bir zamanlar idol olan Ali şimdilerin sokak çocuğuydu..
Bir baharın bitmesi, bir gelinciğin solması ona bu kadar büyük acıları yüklemişti o saf duygularını sığdıramadığı 12 senenin ardından. Kaldıramıyordu tüm bu olanları.Ağlıyordu bir yerlerde…Şehrin “loş sessizliği”nde.Kimse duymuyordu onu, gelenek uğruna öldürülen bir kıza duyduğu kara sevdayı kimse bilmiyordu; biten güzel baharın ardından kışı yaşamak istemediğini, şehirden ayrılma sebebinin baharını noktalanışı, içine attığı korun alevlenemeden söndüğünü kimse bilmiyordu…

Eğer bir yerde bahar biterse orda hayatın da bittiğini kimse bilmiyordu…

One thought on “Sait Faik Yarışması’ndan …

  • 16 Temmuz 2007 tarihinde, saat 10:36
    Permalink

    Sait Faik Abasıyanık -Biyografi

    1906’da Adapazarı’nda doğdu.Ve kereste ticaretiyle uğraşan Mehmet Faik bey’in oğludur. Asıl adı Mehmet Sait’tir. İlköğrenimini Adapazarı’nda, ortaöğrenimini İstanbul Erkek Lisesi ve Bursa Lisesinde gördü. 1928-1930 yılları arasında İstanbul Üniversitesi, Türk Dili ve Edebiyatı bölümünde okudu. Babasının isteği üzerine iktisat öğrenimi için İsviçre’ye gitti ancak hemen buradan edebiyat okumak üzere Fransa’ya geçti ve gerek doğal çevresi, gerek kültürel yapısıyla kendisine ilginç gelen Grenoble’da üç yıl kaldı (1931-1935). Grenoble’da sürdürdüğü dağınık yaşam tarzı nedeniyle babası onu geri çağırdı ve yüksek öğrenimini yarıda bırakarak yurda döndü. Türkiye’ye dönünce babasının yanında ticaretle uğraşmayı denedi, başarılı olamadı. Kısa bir süre için Haber gazetesinin adliye muhabirliğini yaptı. Sadece yazılarıyla uğraşmaya karar verdi. Babasının ölümünden sonra (1939) onun bıraktığı gelirle annesiyle Burgaz Adası’ndaki evinde yaşadı. Hayatında yazmaya ara verdiği üç dönem oldu. Birincisi 1939’da babasının ölümü, ikincisi 1946’da kendisine siroz teşhisi konması, üçüncüsü ise 1951’de Kayıp Aranıyor romanının toplatılması. 1953 yılında Amerika’daki Mark Twain derneğine onur üyesi seçildi. 1954 yılında İstanbul’da, şimdi müze olan Burgaz adasındaki evinde (Sait Faik Müzesi) siroz hastalığından hayata gözlerini yumdu. Annesi ölümünden sonra bu evi Darüşşafaka Lisesi’ne bağışladı.

    Ölümünden sonra anısını yaşatmak için annesi tarafından adına bir öykü ödülü (Sait Faik Hikaye Armağanı) kondu.

    İstanbul’un eski hayatını anlatan hikayelerinde, geleneksel öykü kalıplarını kırarak, konu ve olaylardan çok, kısa zaman parçalarındaki dramı büyük başarıyla yansıtan hikayeleriyle tanındı. Ayrıca tüm dünyada bilinen Moupassant ve Çehov tarzı hikayenin yanına Sait Faik tarzını da eklemeyi başarmıştır. Ona asıl ününü getiren Burgaz adasından ve çevresinden kaynaklanan Rum balıkçıları, denizi, deniz kuşlarını, balıkları, doğayı konu edinen hikayeleri oldu. Ayrıca, şiirleri, röportajları ve bir de roman vardır.

    Abasıyanık, Türk Edebiyatında durum öyküsünün en önemli temsilcilerindendir.

    Öykülerinde kişiler, ait oldukları toplumsal sınıf ve tabakaya bakılmaksızın toplumdan ve doğadan soyutlanmış karakterler değildir. Sait Faik, öyküsüne temel teşkil eden temayı, indirgemekten özenle kaçınır. Konuyla ilişkisi olan insanı yaşatacak öğeleri bulup çıkarmaya çalışır. Öykülerinde, toplumun değişik kesimlerinden insanları (kasaba eşrafı, küçük burjuvaları, balıkçıları, emekçileri) birer birey olarak yaşamın gerçekliği içinde sunar.

    Eserlerinde toplumun alt kesiminde bulunan insanların olumlu özellikleri ön plana çıkarken, zenginler, çıkarcılar ve üst kesimden insanlar genellikle olumsuz nitelikler taşırlar. 1951 yılında “Yeryüzü” dergisinin yaptığı ankete verdiği bir yanıtta sanatçının görevini belirtirken şöyle yazar: “Sanatkârların, hiç olmazsa bugünkü sanatkârın vazifesi, kendi yurdunda, işsizlikle, haksızlıkla, istismarcılıkla mücadeledir.”

    Semaver, 1936
    Sarnıç, 1939
    Şahmerdan, 1940
    Medarı Maişet Motoru(Birtakım İnsanlar), 1940
    Lüzumsuz Adam, 1948
    Mahalle Kahvesi, 1950
    Havada Bulut, 1951
    Kayıp Aranıyor, 1951
    Kumpanya, 1951
    Havuz Başı, 1951
    Şimdi Sevişme Vakti, 1953
    Alemdağda Var Bir Yılan, 1954
    Az Şekerli, 1954
    Tüneldeki Çocuk, 1955
    Mahkeme Kapısı, 1956
    Açık Hava Oteli, 1980
    Müthiş Bir Tren, 1981

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

CAPTCHA
Change the CAPTCHA codeSpeak the CAPTCHA code
 

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.